İSTANKÖY

“İstanköy adası, Güney-doğu Ege denizini çevreleyen Oniki Adalar grubunun Rodos ve Kerpes adasından sonra üçüncü sırada büyüklüktedir. Bodrum ve Datça yarım adaları arasında sokulmuş Gökova Körfezinde dar, uzun, ikiyüz doksan km2 ve 29500 nüfuslu bir adadır. Turizm sezonunda ada nüfusu 100 bini aşmaktadır.

İstanköy adasında 2000 civarında yerli müslüman Türk, Batı Trakya’dan çalışmak için gelenlerin yanısıra sayıları kesin belli olmayan, zaman zaman azalan, zama zaman çoğalan değişik Müslüman ülkelerden göç ederken buralara takılan Pakistan, Afganistan, Mısır ve Süriyeli müslüman göçmenler yaşamaktadır.

Adanın istisnai tabii güzellikleri yanısıra, zengin tarihi eser kalıntıları ayrı bir cazibelik katmaktadır. Eski Roma’dan Yeni Bizans’a oradan Osmanlı’ya ve günümüze uzanan binlerce yıllık bir zamanı kuşanarak bu mirası günümüze yansıtmaktadır. İlk göze çarpan, etrafı denizlerle çevrili bu adada farklı dillerden ve dinlerden insanların beraber yaşaması bir nevi tarih ve insanın birlikte kuralsız, düzensiz birlikteliğini göstermektedir. Adayı biraz tanımaya başladığınızda, burasının bir dünya hazinesi olduğunu öğreniyorsunuz.

İstanköy, sadece basit turistik ve eğlence adası değilmiş.. Her köşesinde, uçsuz, bucaksız bir tarih ve anlam derinliğini taşımaktadır. Eğer dikkatli bir şekilde göz-kulak verilirse, eski Romalıların yaşam biçiminden, sanat ve estetik anlayışlarından görüntüler görmek ve sesler duymak mümkündür. Asklipiyonlarda,  Hipokratların şifa dağıttığı mekânlarda halen tedavi olmak mümkündür. Roma zevk-ü sefâsını, doğunun saray sütunlarındaki izleri de hala capcanlıdır.

Cami ve minareleriyle nasıl bir medeniyetin temsilcisi olduğunu ve bakiyesi nasıl silinmeye çalışıldığını burada daha iyi anlıyorsunuz.

Bütün bu eserler, bir medeniyetin izlerini sunarken, o medeniyete ait olmanın hazzını yaşıyorsunuz. Burada geçen bir aylık zaman zarfı, hergün yeniden bir şeyler keşfettim; bu ciltler dolusu kitabı, bir ay gibi kısa bir zaman zarfında okumak, anlamak takdir edersiniz ki güçtür. Her sayfası insanı başka başka dünyalara taşıyan bir kitap.

Adayı çepe çevre çevreleyen deniz, onlarca meskûn ada ve yüzlerce gayrı meskûn kayalıklar neler söylemedi ki bana.. Bir medeniyetin her yükseliş ve çöküşünün resmini çizdi, küçük ve sakin çırpınışlarla...

İstanköy Adası üzerinde serpilmiş Türk-İslam eserleri, bu topraklarda doğranıp kalmış ceset parçalarını andırıyor. Cami avluları parklara, kafeteryalara dönüştürülmüş; cami altı ve çevre derslikleri dükkan, bir kısmı kapalı, bakımsız, bir kısmı da maksatlarının dışında kiraya verilmiş, şadırvanları sökülmüş, kapılarına koca kilitler vurulmuş. Buralara gelen ziyaretçiler, ataları için dua edip saygıda bulunmak, iki rekât namaz bile kılabilmeleri mümkün değildir.

Halen adada varlıklarını sürdüren soydaşlar, dini ve milli kimliklerini muhafaza etmişlerdir. İçinde yaşadıkları pek çok olumsuz şartlara rağmen bugüne kadar din değiştirme, tarihini, kültürünü ve ana dilini reddetme sözkonusu değildir. Babalarından, atalarından gördükleri ve öğrendikleri şeyleri muhafaza etmek için üstün gayret sarfediyorlar.

Üzerinde önemle durdukları ve şikâyetçi oldukları husus, ana dillerini, din kültürü ve ahlâk derslerini çocuklarına öğretebilecekleri imkânların sağlanamaması; okul, müfredat programı ve  bunu uygulayacak ehil insanların olmamasıdır. Günümüzde  okullarda Türkçe ve Din eğitimi hiç yoktur. İtalyanlar, Almanlar, İngilizler ve Yunanlılar’ın adaya hakim olduğu ilk yıllarda Türkçe ve Din eğitimi yapılıyordu. Otuz yıldan beri bu en tabii haklarından mahrum bırakılıyorlar.

Son onbeş yılda oradaki müslümanlara dini hizmet ve dinlerini güya öğretmek için Batı Trakya’da maşa olarak kullandıkları din adamlarını getirtiyorlar. saf ve temiz insanları dininden, imanından ve tarihinden soğutmak, ada şartlarını ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmadan İslâm’ın evrenselliğini, hoşgörüsünü, sevgi, merhamet ve üstün ahlâkını göz ardı ederek  basmakalıp, önyargılı, babalarından ve dedelerinden öğrendikleri bilgileri din diye dayatıyorlar.

Konuştuğum, görüştüğüm çoğu insanın ortak görüşü şudur; “Bizim adadaki özel durumumuzu ve dini bilgiler konusundaki eksikliklerimizi istismar ederek, dinimizi, tarihimizi ve ana dilimizi bize yanlış tanıtıyorlar. Buradaki yöneticilerle ve vakıf yönetimiyle işbirliği yaparak vakıfları kurutmak, Türkçe ve Türk Tarihi düşmanlığı, Atatürk’e karşı kin ve nefret aşılamak en güzel yaptığı iştir.”

Bu şu anlama gelmemelidir:

Bütün din adamları çıkarcı, menfaatperest ve Türk’lük düşmanı değildir. Bu durumu umuma teşmil etmek, tarih bilmemek, gerçekleri görmemek ve bizi oyuna getirmek isteyenlerin, müslümanı müslümana Türk’ü de Türk’e kırdırmak isteyenlerin oyununa gelmekten başka bir şey değildir. Tarihten haberdar olanlar bilirler ki kurtuluş mücadelesinde Atatürk ve mücadele arkadaşlarının saflarında yer alan  din adamları, müftüler ve hatipler üstün hizmet ve başarılar sergilemişlerdir.

Batı Trakya’da gerek maşa olarak kullanılan sözde din adamları, gerekse bu durumlardan vaziyet çıkaran aydın(?) yazarlar, ya din ve tarih bilmiyorlar ya da gerçekleri çarpıtarak kendilerine rant sağlama peşindedirler. Her iki durumda da tarihimizi ve dinimizi çarpıtanların sonu hep hüsrân olmuştur. Tarihte isimleri ve sayıları çoktur.

Bunun yanısıra Balkanlar’da; Bulgaristan, Makedonya ve Batı Trakya’da halklarının yanında doğruluktan sapmadan her türlü meşekkati göze alarak mücadele verenler hep var olmuştur ve var olacaktır. Tarih boyunca bu çizgiden sapmadan halklarıyla yanyana çileyi çekenler hep kazanmışlardır. Türkî Cumhuriyetler, Makedonya ve Bulgaristan canlı şahitlerimizdir. Ümitsiz olmak, törelerimize aykırıdır. Ne diyelim darısı Batı Trakya’nın başına...”